Kavuşma

 

Kendisini uçurumun kenarından boşluğa bırakalı sadece saniyeler olmuştu. Ancak saatlerdir düşüyormuş gibi üşüyerek titredi ‘Çolak’ Mehmet.

Geceleri yaşardı bu garip adam; karanlık, koltuk değneklerini ve eksik uzuvlarını gizlesin diye. Fedakar, cesur, çalışkan ve asla yılmayan bir adam olarak bilinirdi köyünde. Altın sarısı saçları, tertemiz yüzü, deniz mavisi gözleri ve upuzun boyuyla bazen de cephede savaştığı yakışıklı düşman askerlerine benzetilirdi Mehmet. Bir bacağını ve kolunu Çanakkale Savaşı sırasında kaybetmiş, ama arkadaşlarını yalnız bırakmamak adına savaş bitene kadar evine dönmeyi reddcourbet-yarali-adam-portresietmiş bir vatan kahramanıydı. Karısını oğlu Hüseyin’in doğumu sırasında kaybetmişti. Bu acı haberi ise, düşmanla çatışmaya girmeden az evvel anasının gönderdiği mektuptan almıştı. Aynı çatışmada kolundan da vurulunca, artık hem bir ayağı hem de bir kolu olmadığından, zorunlu olarak terhis etmişti komutanı Mehmet’i. Evet bir kahramandı; ama yarımdı, eksikti artık. Hem vücudunun hem kalbinin yarısını o gün kaybetmişti. Körpecik bebeğini dahi taşıyamayacak kadar aciz, kimseden zerre yardım istemeyecek kadar gururluydu. Tüm engellerine rağmen anacığı ve aslan parçası oğlu için ayakta kalmak zorundaydı. Ailesinin geçimini sağlamak için, her sabah ormana gider, insanüstü bir gayretle yalnızlıktan büyümüş eliyle odun keserdi. Çile bu ya, bir eşek alacak kadar
bile parası yoktu. Kıymıkların vücudunu yaralamasına aldırmaksızın odunları sırtındaki küfeye yükler, ardından da bitmek bilmeyen dağ yolunu aşıp kasabanın pazar yerinde satış yapardı. Her akşam vücudu kan revan içinde köyüne döner,  kazandığı üç beş kuruşu anasına verirdi. Mehmet’in tek dileği, evladının okuyup ‘büyük adam’ olmasıydı.

Mehmet tüm bunları düşünürken uçurumdan aşağı doğru hızla düşmeye devam ediyordu. Gözyaşları bu hıza yetişemeyip yukarı doğru akıyordu artık. Soğuktan morarmış, yara bere içindeki kocaman elini yüzüne götürüp tek hamleyle gözyaşlarını temizledi ve gözlerini kapadı.

Cephede kazanılan savaş masada kaybedilmiş, düşman köyünü işgal etmişti. Düşman birlikleri “rap rap” sokaklarda yürüyüp tozu dumana katıyor, attıkları her adım, elinden hiçbir şey gelmeyen Çolak Mehmet’in göğsünde bir kurşun acısı yaratıyordu. Gece yarısı olmuş ve tüm köy sessizliğe bürünmüşken, şiddetle çalınan kapı sesiyle irkildi tüm ev halkı. “Bismillah” deyip koltuk değneklerine sarılan Mehmet, kapıya doğru ilerledi ve yavaşça kapıyı araladı. Karşısında kendisine yöneltilen namluları görünce irkildi. Çekik gözlü, ince bıyıklı, sivri çeneli ve kısa boylu düşman subayı, kocaman burun deliklerinden soluyarak yanındaki askerlerden aldığı bir Türk sancağını yere fırlattı. Çok geçmeden anlaşıldı ki küstah ses tonuyla konuşan bu adam kendilerine cephede kurşun sıkmış olan Mehmet’ten intikam almak istiyordu. Öyle ya, onun kahraman bir gazi olduğunu bilmeyen yoktu, elbet bir işgüzar yetiştirmişti haberi. Gürültüden korkan minik Hüseyin yatağından kalkarak babasının bacağına sarıldı endişeyle. Cephede göğsünü kurşunlara siper edebilecek kadar gözü kara olan bu babayiğit, ilk kez korkudan titrediğini hissetti.

Güçlükle gözlerini açtığında uçurumun ortasına kadar geldiğini fark etti. O kadar hızlı düşüyordu ki nefes alması gittikçe zorlaşmıştı. Son sürat kendisine doğru yaklaşan kayalar iyice bulanıklaşmıştı artık. Üşüme hissi yerini korkuya bıraktı. Çolak Mehmet korkusundan duyduğu utançla gözünü kapattı.

Düşman subayı müthiş bir keşif yapmanın hazzıyla kahkahayı patlattı. Mehmet’i bir kere değil, bin kere öldürmek istiyordu. Namluyu bu kez Hüseyin’e doğrulttu. Dehşete kapılan Mehmet, ne isterlerse yapmaya hazır olduğunu söyleyip, oğluna dokunmamaları için yalvarmaya başladı. Keyifle ve muzaffer bir komutan edasıyla yanındaki askerlere bakan subay, yerdeki sancağı işaret etti. Küstahça, bir maymunla eğlenir gibi eğlenmek istiyordu bu ‘aciz’ adamla. Çolak Mehmet, vatanı, namusu saydığı sancağı dahi çiğneyebilirdi evladı için, çiğnedi de. Sancağın üzerinde tek ayağıyla hızla tepinip, düşmanın ayaklarına kapanırken heybetli duruşundan eser kalmamıştı artık. Hayal kırıklığına uğrayan anası ve oğlu, şaşkınlıkla karışık utançla baktı Mehmet’e, tıpkı bir haine bakar gibi. “Vatan gider tekrar alınır, ama evlat gitti mi geri gelmez” diye düşündü Mehmet sancağa ağzından tükürükler saçarak küfürler yağdırırken. Öyle yüksek sesle yalvarıyordu ki düşmana, ne silah seslerini, ne de garip anacığıyla evladının son çığlıklarını duyabildi. Sadece burnunda keskin barut kokusu…

Çolak Mehmet gözlerini açtı. Uçurumun dibine kadar gelmişti. Yıllardır hasret kaldığı sevdiceğine ve evladına kavuşmak üzereydi nihayet. Kulağında rüzgarın hışırtısı, gözleri yaşla doluydu. Toprağa değmeden az önce, son kez sımsıkı sarılıp al sancağa ‘Affet’ diyebildi usulca …

Zafer ÖNDER